Adeta Bir Barut Fıçısı: Dünya Yeni Bir Topyekûn Savaşa Doğru mu Gidiyor?
2024 yılına girmeye hazırlandığımız şu günlerde dünya adeta 1914 yılını tekrardan yaşıyor. Savaşlar ve çatışmaların ardı arkası kesilmezken yeni savaş risklerde katlanarak artmakta. Peki ne oluyor bu dünyaya böyle?
Birinci Dünya Savaşı öncesinde dünya devletleri
Bu zamanda olanları anlamak için öncelikle tarihte ufak bir yolculuğa çıkmamız gerekiyor; tam olarak Birinci Dünya Savaşı öncesine. Kendinden sonra daha büyük bir dünya savaşına sebebiyet veren bir savaş olmasının yanında insanlığın o zamana kadar topyekûn giriştiği en büyük Çatışma. 20 milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği bu savaşın en büyük nedenleri ise bozulan güç dengeleri ve silahlanma yarışı, tıpkı günümüzde yaşananlar gibi. 6 kıtada yaşanan savaşlar aslında insanlığın hırslarının ve emellerinin ne kadar ileriye gidebileceğini bizlere gösteriyor. Birinci Dünya Savaşı aslında öncesiyle sonrasıyla çok iyi analiz edilmesi ve ders alınması gereken bir dönem. Bu yazımızda biz de o döneme yakından bakmaya çalışacağız.
Britanya İmparatorluğu
İngiltere tarihte görülmüş en büyük imparatorluktu. Bu imparatorluğun neredeyse tamamı ise sömürgelerden oluşuyordu. Asya’dan Güney Amerika’ya, Afrika’dan Avusturalya’ya bütün dünyada kolonileri bulunan Britanya İmparatorluğu, bu kadar hammadde kaynağının beslediği büyük bir sanayiye de sahipti. Aynı zamanda diplomatik olarak da inanılmaz güçlü olan bu imparatorluk, tüm bunlarla yetinmeyip çok daha fazlası için çabalıyordu. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap topraklarında yükselen yeni bir kaynak iştahlarını kabartıyordu: Petrol. Tabi bir de Almanların hızlı yükselişi gibi bir sorunları vardı. Almanlar o denli bir güce o denli kısa bir zamanda ulaşmıştı ki bir anda kendileriyle rekabet eden bir sanayiye ve donanmaya sahip olmuşlardı. Bu İngiliz İmparatorluğu için büyük bir sıkıntıydı, çünkü zenginliklerini kimseyle paylaşma niyetleri yoktu.
Alman İmparatorluğu
Devlet bütünlüğünü Avrupa’daki çoğu devletten geç, ancak 1871 yılında tamamlayabilen Almanya, bu tarihten itibaren inanılmaz bir hızla büyümeye başladı. Sadece 40 yıl içerisinde sanayisini, ordusunu, donanmasını, ekonomisini ve sömürgelerini öyle bir seviyeye getirdi ki, İngiltere’ye kafa tutabilen tek ülke haline geldi. Bu durum dünya genelinde bu iki devletin büyük bir rekabete girmesine neden oldu. Özellikle silahlanma alanında ciddi bir yarış başladı. Bunun yanında iki devlette diğer devletleri kendi yanına çekmek için diplomatik bir mücadele veriyorlardı. Almanların bu hızlı yükselişi ciddi bir hammadde açlığını da beraberinde getiriyordu, bu yüzden özellikle İngiltere ve Fransa’nın sömürgelerini ele geçirmek istiyorlardı. Bu ve bunun yanında birçok diğer sebepten ötürü de özellikle İngiltere ile çatışma ihtimali her geçen gün artıyordu. Alman 2. Reich’ı dünyanın en büyüğü olma arzusu ile önüne çıkan her engeli aşmaya hazırdı.
Rus İmparatorluğu
Devasa toprakları ile Rus imparatorluğu, Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi sanayi devrimini tam anlamıyla yakalayamamış, yüksek nüfusu ile bir tarım ülkesi olmaktan kurtulamamıştı. Bunun yanında yine de devasa bir orduya sahip olan Rusya, 1905 yılında Japonya’yla giriştiği savaşta donanmasının büyük çoğunluğu denizin dibini boylayınca hem prestij kaybetmiş hem de ekonomik anlamda çok zor bir döneme girmişti. Bu durum ülkede özellikle sosyalist akımların giderek yükselmesine sebep olmuştu. Yine 1905 yılında sosyalistler ayaklanmış, ancak başarısız olmuşlardı. Tabi bu güç kaybetmelerinin aksine, daha da organize olmalarını ve yeni bir fırsata kadar dahada güçlenmelerini sağlamıştı. İmparatorluğun bu durumdan kurtulmak içinse hem ekonomik hem de siyasal olarak güç kazanması gerekiyordu. Yeni toprakların fethi ile gelecek kaynaklar, imparatorluğun devamı için hayati bir önem arz etmeye başlamıştı.
Osmanlı İmparatorluğu
Osmanlı İmparatorluğu, geçmiş yüzyılda sürekli savaş ve iç isyanlarla uğraşmış, oldukça kan kaybetmiş ve toprakları sömürge imparatorlukları tarafından işgal edilmişti. Eski görkemli günlerinden hızla uzaklaşan devlet, artık “Avrupa’nın hasta adamı” olarak anılıyordu. Siyaset arenasında da bu işgaller neticesinde İngiltere ve Fransa’dan uzaklaşarak git gide Almanlara yaklaşan imparatorluğun, son günlerini yaşadığı sancılı bir süreçte olduğu açıkça görülüyordu. Üstelik elinde kalan topraklarına da birçok ülke gerek kaynakları için gerekse tarihsel olarak kendi toprakları olarak gördükleri için göz koymuşlardı. İç siyasette de sürekli çalkantılı bir süreç geçiren Osmanlı’da parçalanma emareleri kendini açıkça gösteriyordu. Bu durumdan çıkışın ise Türk milliyetçiliği politikası ve yeni topraklar ele geçirmekte olduğunu düşünen ittihatçılar, ülkede yönetimi Bab-ı Ali baskını ile ele geçirerek bu son demlerini yaşayan devleti son bir sınava sokmaya hazırlanıyordu.
Fransa İmparatorluğu
Özellikle Napolyon savaşlarından sonra ciddi anlamda prestij kaybeden ve yeniden cumhuriyet yönetimine geçen Fransa, bir de bunun üstüne 1871’de Almanya’nın birleşme savaşında Prusya’ya yenilince iyice sıkıntılı bir duruma düşmüştü. Ekonomik olarak çok zor bir duruma düşen ülkede, bir de sosyalist akımlar ciddi anlamda yükselmişti. Hatta bir dönem başkent Paris’te Komünistler yönetimi ele geçirerek kısa süreli bir devlet kurmayı bile başarmışlardı. İç ve dış siyasette bu denli zayıf gözüken Fransa, en büyük darbeyi ise Birleşim savaşında Alsas-Loren bölgesini de kaybederek aldı. Bölge Fransa sanayisi için ciddi bir öneme sahip olmasının yanında, tarihsel olarak da Fransa’nın kendi toprağı saydığı bir yerdi. Böylece Fransa, bu yeni yüzyıla Almanlardan intikam alma duygusu ile giriş yapacaktı. Bu nefret, hali hazırda almanlar ile büyük rekabet halinde olan İngiltere ile bir ittifakın doğmasına da zemin hazırlamıştı. Her ne kadar prestij kaybı yaşasa da Fransa, elindeki sömürge gücü ve sanayiyle hala güçlü bir imparatorluktu.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
Alman imparatorluğu kurulana kadar germen ırkının en büyük temsilcisi olan Avusturya-Macaristan, özellikle Fransız İhtilali ile yayılan milliyetçilik akımıyla çok zor bir duruma düşmüştü. İçerisinde birçok etnik köken barındıran imparatorluk, bu milletleri bir arada tutmakta zorlanmaya başlamıştı. Sanayi devriminden tam verim alamaması neticesine ekonomik olarak da sıkıntılar yaşayan devlet, bir yandan da sömürge kaynağı olmayışından dolayı hammaddeye bağımlıydı. Tüm bunlar üstüne Rus ve Osmanlı İmparatorlukları ile tarihsel bir rekabet içerisindeydi. Almanya ile sahip olduğu akrabalık bağlarından dolayı da en yakın müttefiki de onlardı. Böyle bir durumda çok fazla seçeneği olmayan devlet, daha fazla kaynağa ve güce ulaşamazsa dağılma tehlikesi ile karşı karşıyaydı.
Tabi ki yukardaki ülkelerden çok daha fazla ülkeyi içeren bir rekabet ağı vardı, bu rekabet sadece ekonomik değil ayrıca tarihsel hırsları da içeriyordu. Ülkeler sürekli silahlanıyor, ordularını büyütüyor, sanayileri için daha fazla hammadde arıyor, bir yerleri işgal ediyor veya işgal etmekle tehdit ediyor, sömürgelerinde de çıkan isyanları kanla ve vahşetle bastırıyordu. Tüm bu rekabetin zirve noktası ise Birinci Dünya Savaşı olmuştu. Bu savaş milyonlarca cana mal olmuş, yeni ideolojilere sahip devletler ortaya çıkmış, sömürgecilik sadece isim değişikliği yaparak yerini manda ve himayeye bırakmış, milli devletler ortaya çıkmış, sınırlar yeniden çizilmiş ve en önemlisi daha büyük bir dünya savaşına zemin hazırlamıştı.
Günümüzün 110 Yıl öncesiyle benzerliği
Günümüzde yaşananlar da aslında yukarda bahsettiğimiz dönemin aynadaki yansıması gibi. Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte dünya ABD ve onun müttefiklerinin istediği yeri yağmalayıp işgal ettiği, istediğine yaptırım uyguladığı ve istediğinin yönetimini değiştirdiği bir oyun bahçesine dönüştü adeta. Somali, Nijerya, Ruanda, Güney Afrika, Myanmar, Afganistan, Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Mısır, Tunus, Yugoslavya, Ukrayna ve daha birçok devlet. Hepsi ABD tarafından ya işgal edildi ya bombalandı ya iç karışıklık çıkartıldı ya da darbelerle yönetimi değiştirildi. Bütün bu devletlerde çıkan olaylarda milyonlarca masum insan hayatını kaybetti. Üstelik Fransa, İngiltere gibi müttefik ülkeleri de eski sömürgelerini özgür bırakmak bir yana, bağımsızlıklarını verme adı altında kendilerine daha bağımlı hale getirdi ve eskisinden de acımasız bir şekilde sömürmeye devam ediyorlar.
Tüm bunların yanında 110 yılda gelişen iletişim ve ulaşım teknolojileri neticesinde Batı, tüm dünyaya “Woke” denen ucube kültürü dayatmaya çalışıyor. Onlarca farklı “cinsiyet” dayatmasının dışında feminizm, Neo-Liberalizm gibi mantık dışı akımlarını da bu kültürün kisvesi altında tüm dünyaya yayma çabası var. Ayrıca tüm dünyada artan göçmen sorunu da bu kültürün bir yan ürünü. İnsan hakları adı altında ülkelerin kültürel ve demografik olarak kuyusunu kazılıyor. Aile kurumu ortadan kaldırılmaya, insanlar arasında güven duygusu yok edilmeye, insanın doğasını bozmaya uğraşıyorlar. Özellikle internet ve sosyal medya yoluyla algı operasyonu yaparak insanlığı ruhsuz birer tüketim robotu haline getirmeye çalışıyorlar.
Ancak bu çabalar sadece kaybolmaya başlayan hakimiyetlerini tesis etmeye yönelik acınası çabalardan ibaret. 110 yılda gelişen teknoloji ile rekabet alanları da genişlese de temelde aslında aynı çaba hâkim; güç dengelerini kendi lehlerine korumak ve geliştirmek.
Ama batı her ne kadar kabullenmek istemese de egemenliği tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi ciddi bir tehditle karşı karşıya; gücünü kaybetme. Üstelik bu sefer batının kendi içinden de artan bir şekilde üzerinde çalıştıkları en ciddi çözümleri olan kültür emperyalizmine karşı tepkiler yükseliyor. Bugünün devletleri isimleri farklı olsa da rolleriyle 110 yıl öncesini hatırlatmaya devam ediyor.
Amerika Birleşik Devletleri
ABD, 110 yıl öncesinin İngiltere’si dersek pek de yanılmış olmayız. Dünya üzerinde tarih boyunca var olmuş en güçlü devlet olan ABD, Özellikle rakibi Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla 90’lardan itibaren adeta dünyanın mutlak gücü haline geldi. Ancak Amerika, her imparatorlukta olduğu gibi yavaş yavaş gerilemeye başladı. Dünyanın tartışmasız en büyük ekonomik ve askeri gücü olsa da bu gücün verdiği rehavet ile iç ve dış siyasette birçok yanlış adım attı. Vietnam’ı, Afganistan’ı, Irak’ı ve Panama’yı işgal eden ABD uluslararası güvenini kaybetti. Kültür emperyalizmine soyunarak özellikle artan iletişim ve internet teknolojilerini kendi kültürünü tüm dünyaya dayatmak için kullanmaya başladı. Bunun yanında kısa sürede hızla yükselen Çin ile girdiği rekabette de bu rehavet yüzünden başta sanayi ve AR-GE olmak üzere birçok alanda geride kalmaya başladı. Geride kaldıkça ise daha da agresif askeri politikalar izler oldu. Libya’ya, Suriye’ye, Somali’ye ve en son olarak da Yemen’e askeri müdahale başlatması bunun en net örneklerinden.
Ancak 1. Dünya Savaşından beri kendisini Dünyanın Jandarması olarak gören ABD, bu rolden kendi isteği ile vazgeçecek gibi görünmüyor.
Çin
Çin, bu devrin Almanya’sı olarak görülebilir. Kendine özellikle ekonomide rol model olarak Almanya’yı almaları da büyük bir ironi olmasa gerek zira Çin, tıpkı zamanında Alman İmparatorluğu’nun yaptığı gibi yarışa geç katılmış ancak basamakları hızla tırmanmış bir devlet. Çin, 1980’lerden önce fakir ve geri kalmış bir ülke iken, özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile birlikte özellikle ekonomik, siyasi, askeri ve teknolojik olarak inanılmaz bir hızla yükselmeye başlamıştır. Çin şu anda ABD’nin hem askeri hem ekonomik en büyük rakibi. Her türlü alanda ya Amerika’ya yaklaşıyor ya da onları geçiyor. Özellikle sanayisi inanılmaz ölçekte olan Çin, diplomatik olarak da gitgide dünya sahnesinde güçleniyor. Tarihi olarak da özellikle Tayvan adası başta olmak üzere birçok toprakta da hak iddia ediyorlar. Bunların altında tabi ki hammadde istekleri de yatıyor. Bu isteklere paralel olarak da inanılması güç bir hızda askeri ekipman ve donanma gemisi üretimi gerçekleştiriyor. Üstelik 2020’ler itibariyle çok daha agresif bir dış politika izleyen Çin, özellikle Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde çok büyük bir nüfuza sahip. Bu bölgelerin eski “sahipleri” olan Fransa ve İngiltere gibi ülkeleri denklemden çıkarıp, ihtiyacı olan hammaddeyi modern sömürge yolları ile elde etmeye çalışıyor.
Bu devrin hızlı yükselen gücü olan Çin, Tıpkı zamanında Almanya gibi yeni bir dünya savaşında baş aktörlerden biri olabilecek potansiyele sahip.
Rusya
Rusya, özellikle Sovyetler birliğinin dağılmasından sonra büyük bir ekonomik krizin yanı sıra büyük de prestij kaybı ile boğuştu. Putin’in iktidara gelmesi ile birlikte toparlanmaya başlayan Rusya, daha agresif hamleler ile önce Abhazya’yı, ardından Gürcistan’ın Güney Osetya bölgesini ele geçirdi. Günümüzde ise Ukrayna’yı işgal etmekle meşgul. Tarihsel hırslarını doğrudan eyleme dökerek topraklarını genişletmeye çalışan Rusya, ordusunu da yakın zamanda 4 milyon gibi rekor bir sayıya çıkarmayı amaçlıyor. Özellikle nüfus artış hızındaki azalma gibi büyük demografik sorunlarla yüz yüze olsa da Rusya, batının dayatmacı anlayışına ve yaymaya çalıştığı Woke kültürüne ciddi bir direnç gösteriyor. Ülkedeki bütün LGBT örgütleri yasaklatarak da bu ciddiyetini ortaya koyuyor. Ayrıca başta Afrika kıtası olmak üzere, eski Avrupa sömürgelerinde Avrupalıların kurduğu modern sömürge düzenlerini bir bir devre dışı bırakarak onları sistem dışında bırakıyor. En son Afrika kıtasındaki darbeler zinciri bunun en net örneklerinden.
Birçok alanda eski ihtişamlı günlerin hayaliyle yaşayan ülke, Ukrayna savaşının bitmesi ile muhtemelen daha da agresif hamleler ortaya koymaya başlayacak. Ekonomi ve sanayisini savaşla beraber tekrardan düzelten Rusya, Çin ile beraber de anti-Amerikan paktın liderliğini yürütüyor.
Avrupa
1993 yılında Avrupa Birliğinin kurulması ile birlikte Avrupa ülkeleri tek ülke gibi hareket etmeye başladı, en azından kâğıt üstünde. Avrupa’ya artan dış göç, enerji bağımlılığı, sömürge dönemi topraklarının kaybı ile başlayan hammadde sıkıntısına ek İkinci Dünya savaşı sonunda kıta tamamen harabeye döndü. Bundan sonra ABD ve Sovyetler arasında paylaşılan kıta yaklaşık yarım asır boyunca soğuk savaşın yaşandığı en sıcak bölge. Bugün Avrupa o eski ihtişamlı günlerinden giderek uzaklaşıyor, üstelik kendi aralarında da birçok dondurulmuş sorun çözünmeye başlıyor. Dış göç yüzünden ortaya çıkan iç karışıklıklar şiddetli sokak gösterilerine sebebiyet veriyor. Sokak ortasında çatışmalar, soygun, kap kaç, taciz ve tecavüz Avrupa ülkelerinde sıradan hale gelmiş durumda. Bu da Avrupa’da Irkçılığın artmasına sebebiyet veriyor. Rusya’yla yaşanan son gerginlikle ucuz enerji opsiyonunu da yitiren kıta, sanayisini de büyük oranda Çin ve diğer Doğu Asya ülkelerine kaptırmış veya kaptırmakta. Üstelik eski sömürge ülkelerinde kurdukları hakimiyetlerde de Rusya, Çin ve Türkiye tarafından ciddi oranda aşındırılmış durumda.
Kıta Avrupası’nın kaderi büyük ölçüde kıta dışı aktörlerin eylemleri ile belirlenecek, çünkü Avrupa kendi kaderini belirleyebilecek güç ve iradeden artık yoksun.
Türkiye
Osmanlı imparatorluğu Birinci Dünya Savaşında yenildikten sonra, küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti uzun yıllar Sovyetler birliği tehdidi altında Batı Bloğunun yanında bir tutum sergiledi. NATO üyesi olan Türkiye, Sovyetlerin dağılmasından sonra özellikle batı ülkeleri tarafından yok sayılmaya ve örtülü ambargoya maruz kaldı. Bu dönemden itibaren Doğu ülkeleriyle yakın ilişkiler kuran Türkiye, Batı ülkeleriyle başta Doğu Akdeniz ve Ortadoğu olmak üzere birçok bölgede rekabet halinde. Son dönemde bölgesel olarak oldukça güçlü bir savunma sanayi kuran Türkiye, etrafındaki neredeyse bütün ülkelerin iç karışıklıkla boğuşmasına rağmen hala istikrarını korumaya devam ediyor. Komşu ülkeler Suriye, Irak, Gürcistan, İran, Rusya, Ukrayna gibi ülkelerin her birinde ya savaş ya da iç karışıklık var. Böyle bir ortamda Türkiye’nin önemi de git gide artıyor.
Bir yandan eski imparatorluk günlerine özlem duyan ülke, diğer yandan iki blok arasında sıkışmış durumda. Hangi tarafa kayacağını ise zaman gösterecek.
Japonya ve Güney Kore
Japonya ve Güney Kore, tarihi nefretlerini bir yana bırakırsak aslında kaderleri birbirlerine göbek bağı ile bağlı. Her iki devlet de Çin tehdidi altında, tam anlamıyla birer ABD uydu devleti ve Asya’nın teknoloji devi. Her iki ülkenin de ABD güdümünden çıkmak için çabaları ABD tarafından engelleniyor, kendisine daha bağımlı hale getiriyorlar. Teknoloji dünyası için ise bu iki devlet altın değerinde. Her iki ülkenin de sanayi ve AR-GE sektörleri çok güçlü. Dünya çip üretiminde çok büyük pay sahibiler. Ancak her iki ülke de bu aşırı gelişmişliğin getirdiği nüfus azalışı ile baş etmeye çalışıyor. Ayrıca bu ülkelerin kısıtlı toprakları ve kaynakları neticesinde büyük bir yer ve kaynak yetersizlikleri de mevcut.
Ancak değişen dünya ile beraber bu iki devlet de kendi bağımsız politikalarını ortaya koyarak Uydu devletlikten çıkmak zorunda. Aksi takdirde çocukları birilerinin maşası olarak yitip gitmekle karşı karşıya.
Brezilya ve Arjantin
Bu iki ülke, tıpkı Japonya-Güney Kore ikilisi gibi birbirlerine oldukça benzeyen, kaderleri bir olacak iki ülke. Bunlardan Arjantin, İngiltere ile giriştiği Falkland savaşı neticesinde yıllardır yaptırımlarla boğuşurken, Brezilya ise ABD’nin gölgesinden çıkmak ile daha da karanlığına batmak arasında gidip geliyor. Her iki ülke de kendince sorunlara sahip olsa da özünde ABD’nin eski Monroe doktrininin yansımalarından kurtulmak için çaba saf ediyor. Gelecek yıllarda önemi daha da artacak bu iki devletin kaderini ise yine kendi halkı belirleyecek.
Afrika ülkeleri
Afrika ülkeleri, yüzyıllarca batı tarafından sömürüldü; kaynaklarına el kondu, halkı köle yapıldı ve kültürel zenginlikleri çalındı. 20. Yüzyıla kadar devam eden bu süreç, İkinci Dünya savaşından sonra çatırdamaya başladı. Savaşla beraber gücünü kaybeden Avrupa devletleri, artık sömürgelerinde hakimiyet sağlayamaz hale geldi. Bunun üzerine Sovyetler birliğinin de siyasi ve askeri yardımlarıyla, bu sömürgeler birer birer ayaklanarak bağımsızlıklarını elde ettiler. Ancak batılılar resmi olarak oralardan ayrılsalar da yıllarca kurdukları düzen aynen kaldı ve uzaktan sömürmeye devam ettiler. Afrika halkı yine kaynaklarına ulaşamaz, onları kullanmaz hale geldi. Fakirliğin hayatın bir parçası olduğu bu ülkelerde ise artan Çin, Rus ve Türk etkisi ile batılılar artık denklem dışına çıkmaya zorlanıyor. Yakın zamanda Afrika’da yaşanan Rus destekli darbelerle beraber Fransız askerleri kıtayı terk etmeye başladı. Kıta artık batı sömürgesi olmaktan çıkıp kendi topraklarında kendi söz sahibi olmak için daha kararlı.
Kıta Afrika’sının geleceğinin ne olacağı ise çok belirsiz. Bir yandan artan fakirlik ve nüfus, diğer yandan iklim krizi ile birlikte artan göçler kıtanın geleceğini olumsuz bir çizgiye kaydırmakta.
Görüldüğü gibi, 110 yıl önce olduğu gibi şimdi de batı kaybetmeye başladığı gücünü tekrar toparlamanın peşinde. Bunun için de her türlü eylemi yapmaktan da çekinmiyor. Gücünü yükselen Çin ve diğer aktörler ile paylaşmak istemiyor.
Tüm bu çabalar kendi hakimiyetlerini garantiye almak için yaptıkları acınası eylemlerden ibaret, dünya ve insanlık bu kadar basit değil. İnsanlık doğası gereği muhafazakâr bir yapıya sahip, alışkanlıklarını korumakta da oldukça ciddi ve vahşi olabiliyor. Özellikle son dönemde batıya ve onların dayatmaya çalıştığı bu Woke kültürüne sesler çok daha ciddi bir biçimde yükseliyor. Batı karşıtı politikalar, daha çok muhafazakâr ve gelenekçi çizgiler üzerine kuruluyor, tıpkı Rusya’nın ve Çin’in yaptığı gibi. Hızla bu saflara başka ülkeler de katılıyor. Kendi içlerinde bile birçok grup ve insan bu durumdan bıkmış vaziyette, Avrupa’da yükselen ırkçı akımlar ve partiler bunun en net örneği.
Sonuç olarak dünya çapında gerginlikler gittikçe artıyor, savaşlar ve iç çatışmalar kızışıyor. 21. Yüzyıl dünyasında her kıtada en az bir savaş veya iç çatışma var. Uç ideolojiler ülkelerin içinde büyüyor ve gelişiyor. Durum 110 yıl öncesine oldukça benziyor, umarız kaderimiz onlarla aynı olmaz.